Chuck
Palahniuk’un aynı adlı romanından uyarlanan, David Fincher’ın yönettiği, 1999
yapımı kült bir film. Başrollerde
Edward Norton (Anlatıcı), Brad Pitt (Tyler Durden) ve Helena Bonham Carter
(Marla Singer) yer alıyor.
Filmi
anlatan (Anlatıcı) bir otomobil
firmasında “Geri Çağırma Koordinatörü” olarak çalışmaktadır. Tekdüze hayatı ve ruhsal
çatışmaları onun dayanılmaz kronik uykusuzluk sorunu çekmesine neden olmuştur.
Uykusuzluk için çare ararken bir acil hekimi ona “Terapi Grupları”nı ziyaret
etmesini önermiş ve öneriyi deneyen Anlatıcı, özellikle her türlü kanser
gruplarına katılmaya başlamış; herhangi bir hastalığı olmamasına karşın, bu
gruplarda huzuru bulmuştur.
“İnsanlar, öleceğinizi sanınca
gerçekten sizi dinliyor”
düşüncesi ve gruplarda sansürsüz herkesin her şeyi anlatabiliyor olması,
yargılanmamak, bambaşka bir dünyaya sürüklemiş olsa gerek Anlatıcı’yı;
yaşamakta olduğumuz dünyamızdan bambaşka bir gezegene.
Derken, Marla Singer adlı bir genç kadın,
Anlatıcı’nın bu sıra dışı, rahatlatıcı macerasını alt üst eder. Marla’nın da,
onun gibi her tür kanser grubuna katıldığını fark eder; deliye döner. Neden?
Muhtemelen, insanlara kanseri varmış gibi davranmanın yaşattığı “Suçluluk Duyguları” su yüzüne
çıkıverir. “Bir tümörüm olsa adını ‘Marla’ koyardım.” dedirtecek kadar sinirlenir.
Marla’yla didişmeleri, kavgaları yerini rastgele uçak yolculuklarına bırakır.
Marla’dan mı, kendinden mi kaçıyordur? Ya da tam tersine kendisini bulmak için
yeni denemelere mi başlamıştır?
Bir uçak
yolculuğunda, “karizmatik” Tyler Durden’la
tanışır. Tyler, sabun üretip satan, sürprizlerle dolu, korkusuz, eşine az rastlanabilecek
bir insandır. İnsanların daha fazla tüketmelerini, gereksinimleri olmayan
şeylere sahip olma arzularını durmaksızın empoze eden sisteme baş kaldırma cesaretini göstermiş ve göstermekte olan, “Dimdik Bir Adam”dır.
Gerçekten,
hür irademiz (free will) hangisini seçerdi? Bir yanda yabani hayvanları avlayan
ve yabani bitkileri toplayan, göçer “Avcı
ve Toplayıcı Kültür”, diğer yanda bilgi çağının “Tüketici Kültür”ü. Özgür bir yaşam mı? Çağdaş bir köle olarak
yaşamak mı? Can alıcı nokta şu ki; film bizi düşünmeye, sorgulamaya itiyor.
Bilgiyi hazır sunan değil, insanlarda
merak uyandırarak araştırmaya,
düşünmeye, sorular sormaya yönlendirendir bir “Başyapıt”.
Dünyada
eğitim sistemlerinin can çekişmesinin temel nedeni de bu değil midir? Diğer
yandan, Sigmund Freud ile Albert Einstein’ın “Neden Savaş” konulu yazışmalarında, Freud’un da yazdığı gibi
azınlığın çoğunluğu yönetmede kullandığı birkaç temel enstünmandan birisidir
eğitim sistemi. Bu noktada, eğitimde devrim yapılmasının gerekliliğini cesurca
dillendiren, Sir Ken Robinson’ın
etkili ve nükteli konuşmalarına kulak vermenizi de öneriyorum.
Uçakta
tanışan Tyler ile Anlatıcı’nın yolları, Anlatıcı’nın yolculuk sonrası evinin
tamamen yanması, arayabileceği bir arkadaşı, yakını ve kalacak bir yerinin
olmaması sonucu Tyler’ı aramasıyla yeniden kesişir. Şaşırtıcı: Koskoca bir
şehirde yaşıyorsunuz ve “Kalabalık
İçinde Yalnızlık” çekiyorsunuz. Arayacak kimseniz yok. Sözde çağdaş
yaşamımız, büyük ölçüde böyle değil mi? “Bilgi
Çağı”nda (=Bilişim Çağı =Information Age) insanoğlunun sürüklendiği derin yalnızlık,
üzerinde incelikli düşünmeyi hak eden ve gerektiren bir durum. Sosyal medyada
bin arkadaşınız var diyelim: Zor bir anınızda yardımınıza birkaç tanesi
koşarsa; “Şanslısınız!” derim. Keşke,
Bilgi Çağı değil de “Bağımsız Araştırma Çağı”
(Era of Independent Research) içinde olsaydık.
Birkaç
kadeh alkol sonrası mekanın çıkışında Tyler’ın “Tüm gücünle vur bana!” şeklindeki isteği ve şaşkınlığını üzerinden
atan Anlatıcı’nın ürkek ilk yumruğu “Dövüş
Kulübü”nün ilk tohumunu atmıştır. Devamı çorap söküğü gibi gelir. Onlara
yavaş yavaş yenileri katılır ve haftanın belli günleri serbest dövüşmek için
bir grup, bir kulüp oluşur.
Tyler’ın
kurallarını koyduğu (az sayıda) ve önderi olduğu bir kulüp. Dövüşlerde kazanan
da mutlu, hastanelik olan da keyiflidir. Çünkü; artık kazanamamak korkusu
kalmamıştır, “Korku” kaybolunca “Arzu ve
İstek” yaşamlarında tekrar ön plana çıkmıştır. “Herşeyi farklı
görmeye başladık.” diyecektir Anlatıcı. Artık, Anlatıcı Tyler’ın “Yıkımı
Bekleyen Ev”inde yaşamaya başlar.
Tyler
Durden şu söylemiyle derin bir düş kırıklığını ifade ediyor; “Biz kadınlar tarafından büyütülmüş bir erkek nesliyiz, başka kadının aradığımız
şey olduğunu hiç sanmıyorum.” Tyler’ın önemsediği, hayal kırıklığı yaşadığı
konunu n “Baba Figürü” olduğunu kavramak
pek de zor değil. “Baba” konusunun, “Baba”nın ne kadar değersizleştirildiğini;
“Baba”nın ne kadar çok engellendiğini, yıldırıldığını anlamak için, kısa bir
süre bu açıdan gözlemlemek yeterli. Konu “Baba-Oğul”
ilişkisi ise, çok daha geniş alanı etkileyen, oldukça yıkıcı bir büyük depremle
karşılaşırsınız ki, ancak “inkar” savunma mekanizması ile bir insan böyle bir
enkazın altından kalkabilir.
“Bağışlanmayı boş verin, bizler
Tanrı’nın sevilmeyen çocuklarıyız.”
Tyler, babasına olan düş kırıklığını, öfkesini bu sözcüklerden daha iyi ifade
edebilir miydi acaba? Filmin ilerleyen
sürecinde, “Baba”ya olan öfkenin
nasıl da “Güçlü Otorite Figürleri”ne
yöneldiğine ve bu öfkenin ne kadar şiddetli olduğuna tanıklık ediyoruz.
Ve sonra… “Huzur Dolu Kavgalar” …
“Düzenli Bir Düzensizlik” … “Ahenkli
Bir Karmaşa” …