Aşk

30.05.2016 04:42:48
307
OKUNMA
İbrahim Ateş
Antalya / Muratpaşa
Akdeniz Üniversitesi

   İnsanoğlunun tanımlamakta zorlandığı benzersiz nitelikte ve eşsiz yoğunluktaki duygu; aşk. Bir erkeğin ya da kadının ayaklarını yerden kesen, bireyi duygularına tamamen boyun eğdiren, geçici de olsa gerçek dünyanın ağırlığından düş dünyasının hep arzulanan hafifliğine insanı uçuran düş duygusu; aşk. Beklenmedik, engellenemez güçte ve tüm soylu vaatleriyle çelişir şekilde geçici. Başlangıçta denetlenebilir, kontrol edilebilir bir eğilimken, hızla ateşli bir tutkuya dönüşen bu tanımsız duygu, göz açıp kapayana kadar inanılmaz bir güce dönüşecek ve ruhu bu güce teslim olmuş kişi yaşamını ortaya koyacak kadar ileri gidebilecektir. 

    Daha az şiddetli şekilleri olduğu gibi, güçlü ve ağır tutkular da insanın ruhuna hükmedebiliyor.  Bu ateşli tutkuların bazı belirli koşullar altında oluşmasına şaşırmamak elde değil. 

    Hastalıklı aşk duygusuna çarpıcı bir örnek olarak ilk akla -Sigmund Freud'un tabiriyle- "mağdur üçüncü" koşulu geliyor: Erkek asla bağımsız bir kadın ya da kıza aşık olmuyor, ancak ve ancak evli, nişanlı ya da ilişkisi olan bir kadına ya da kıza tutuluyor, aşık oluyor. Aşkının bir başkasına ait olması ön koşul. Altta yatan motifler ne olursa olsun, aşk duygusu mağduriyetten besleniyor ve o koşulla aşk ateşi yanıyor. 

    Bir diğer aşk halinde ise, erkeğin tutulduğu kadın hem başkasına ait, hem de cinsel anlamda davetkar ve sadakati şüphe götürür nitelikte. Erkek başkasına ait olan kadını ele geçirmek için giriştiği düşmanca rekabetle tatmin olurken, diğer yandan kadının diğer erkekleri tahrik edici davranışlarının yaşattığı yoğun kıskançlık duygularına gereksinim duyuyor. Ne kadar çok kıskançlık duygusu yaşanırsa, kadın o oranda yüceliyor ve aşk doruklara ulaşıyor. Bu durumda aşk ateşi hem  mağduriyet hem de kıskançlıkla yanıyor ve güçleniyor. 

    Aşktan söz ederken cinsel haz ile aşk ilişkisine değinmek zorundayız. Uygarlığın cinselliği ve cinsel hazzı kısıtladığı ya da yasakladığı bilinen bir gerçek. Erken çocukluk yıllarında yasaklanan cinsellik ilerleyen yıllarda serbest bırakılsa da bireyin tam olarak cinsel tatmine ulaşması olanaksızlaşıyor. Bunun sonucunda, aşkta da cinsellikte de insanoğlu doruklara tırmanmak için, geçmiş yasaklamaların etkisiyle, engellere gereksinim duyuyor. Hatta, yasak; aşkın yakıtı ya da ön koşulu haline gelebiliyor. 

    Aşk üzerine kafa yorarken Schopenhauer'ın fikirlerine kulak vermemek, onun iddialarını irdelememek olanaksız. Arthur Schopenhauer, bütün aşkların gerçek amacının gelecek neslin oluşturulması ve türün devamı olduğunu öne sürer. Schopenhauer'ın bu konudaki tesbitleri bizde romantik duygular uyandırmasa da, üzerinde düşünmeye değer. Ona göre aşk, söz konusu kişiler farkında olmasa da, belirli bir varlığın dünyaya gelmesine hizmet eder: İki sevgilinin arzu dolu bakışlarının buluşmasında yeni bir varlığın hayat kıvılcımı tutuşur. Sevgililerin varlıkları doğacak çocukta birleşecek ve bu yeni, tek varlık o kişilerin yok olmalarını engelleyecektir. Schopenhauer, aşkın insan yaşamında yüksek öneme sahip olmasını, kişinin rahatı, aldığı haz, çektiği çile, yaşadığı trajedi ile ilişkilendirmez. Aşk insanın fiziksel varoluşunu, insan türünün sürekliliğini garanti altına alır. Aşk bireyin iradesi değil, türün iradesidir. Serin bir günbatımında sevgilimizin sımsıkı tuttuğumuz incecik elleri yüreğimizi ısıttığında ya da soğuk bir kış günü şöminenin karşısında yemyeşil gözlerde yitip gittiğimizde o anın hiç bitmemesini arzularız, o saniyelerden ya da dakikalardan asla vazgeçmek istemeyiz. Bedenimizi tamamen duygular ele geçirmiş ve o nefis duygular bize hükmetmektedir. Ne zaman ki, mantığımız ya da düşüncelerimiz canlanır da içimizde olup bitenleri sorgulamaya kalkarsa, işte o zaman şaşırırız. Hissettiklerimiz, yaşadıklarımız, ruhumuzda olup bitenler öyle kolay kolay anlaşılabilecek ya da açıklanabilecek gibi değildir. Durum böyle olunca, Schopenhauer'ı hiç romantik bulmasak da, görüşlerinin yabana atılır cinsten olmadığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalıyoruz. 

    Punctum Salien (Çıkış Noktası), bu satırlarda yer almayı hak edecek kadar dikkat çekici bir Schopenhauer görüşüdür: Ebeveynlerin birbirlerini gözlerine kestirdikleri an yeni bir varlığın kökenini oluşturur. Arzu dolu bakışların buluşmasıyla yeni bir yaşamın ilk tohumu atılmış olur. 

    Aşkın geçiciliği, aşk ateşinin sönmesi konusu şaşırtıcı ve aşık için korkutucudur. Güçlü cinsel arzular hisseden aşık, cinsel tatmine ulaştığında, yaşadığı hazzın sıradan olduğunu, diğer cinsel etkinliklerinden farksız olduğunu görecek ve hayalkırıklığına uğrayacaktır. Aşık yanılmış ve aldatılmıştır. Platon'un dediği gibi: "Hiçbir şey şehvet kadar yanıltıcı değildir." Diğer yandan, aslında bu bakımdan kadın-erkek arasında önemli bir fark, ciddi bir tezat vardır: Bir erkeğin aşkı belirli bir dönem sonrası (cinsel tatmine ulaşma gibi) hatırı sayılır düzeyde azalır, erkek değişiklik arzulamaya başlar. Oysa, bir kadının aşkı özellikle karşılık gördüğü andan itibaren artar ve bir kadın tek bir erkeğe bağlı kalma eğilimindedir.    

    Aşkın sıradışı doğasına aşık olunan kişinin kaybında da rastlıyoruz. Aşık olunan kişinin ölümü, terk edilmek ya da aşık olunan kişiyi bir başkasına kaptırmak aşığı tarifsiz bir acı, ağır bir keder içinde bırakır. Bu aşığın taşıyamayacağı bir büyük yüktür. Bir kahraman aşkı için ağlayıp sızlayabilir, yalvarıp yakarabilir. Haysiyet, şeref, dürüstlük, sadakat bir kenara bırakılıverir. Dürüst bir erkek aşk söz konusu ise sadakatine bir süre ara verir. 

    Aşkın karşılık görmediği durumlarda da, aşığın ruhunu koyu bir nefret kaplayabilir. Bu nefret duygusu o kadar ileri gidebilir ki, aşık önce sevdiğinin sonra da kendisinin canına kıyar. Bazen, acı çekilerek sevmeye devam edilir. Örneğin, Goethe şöyle der:

"Hakir görülmüş bütün aşklara, o cehennemi şeye! Bilsem ki daha kötüsü var, yemin ederdim ona!" 

Dr İbrahim Ateş 
Psikiyatri Uzmanı 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER İÇERİKLER


YORUMLAR